Kürt halkı üşüyor ama kış ayazı değil bu soğuk, yalnızlık duygusudur… Bu üşüme Kobanê için gönderilen battaniyelerle giderilecek gibi de değildir
Uzun zamandır “kendini tekrar eden çatışmalı” bir süreç yaşıyoruz… Bugün en gür şekilde haykırmamız gereken barış talebi, ne yazık ki sarayın avlusuna doluşan savaş çığırtkanlarının homurtuları arasında kaybolup gidiyor. Ne kadar zor olabilir ki, barışı uğruna ağır bedeller ödeyecek kadar çok arzulayan bir halkla barışmak. Son birkaç ay içinde yaşananlardan dolayı bir akıl tutulması yaşıyoruz ve çatışmalar karşısında sessizliğimiz, barışı sarayın insafına bırakıyor. Sarayın barış sürecine bakışı ise, bölgede bombalarla yıkılan evlerin duvarlarındaki yazılarda açıkça görülüyor. Girebildiği her sokağa “Türk isen övün değilsen itaat et” yazarak niyetini açıkça gösteren devlet, şunu da bilmelidir ki bu halk sizden barış dilenmiyor, onurlu bir barışı halklar adına bir hak olarak talep ediyor.
‘Siz bu teröristlere yardım ettiğiniz sürece amca’
Sur’daki bir arama noktasında duran polis; “Bu daha ne kadar böyle sürecek evladım” diyen yaşlı adama, “Sizler bu teröristlere yardım ettiğiniz sürece devam edecek amca” cevabını veriyor. Belki de polis o an cevap verirken, ne memleketin başka bir yerinden “şark hizmeti”ne gelmiş olduğunun, ne cebindeki maaş kartının, ne de devletin, kemerine taktığı kabzası Türk bayraklı silahının farkında. Tarihine dair hiçbir aidiyet hissetmediği bu sokakları asıl sahiplerine yasaklayıp, “yardım etme” dediği kişilerin, o amcanın çocuğu ya da torunu olabileceğinin de farkında değil elbet. Farkında olduğu tek şey “kutsal” görevi! Öyle kutsaldır ki bu görev, uğrunda çocuk yaşlı demeden insanlar ölür, şehirler yıkılır ve on binlerce kişi kış ortasında göçe zorlanır… Fakat devletin bekası için şehrin ortasına ordu yığanlar şunu da iyi bilsin ki; tanklarınızla, toplarınızla her yere girseniz dahi o hendeklerin ardında bir tas su vereniniz yok artık.
Halk banyoya devlet zırhlı araçlara sıkışmış
Sûr’daki çatışmalar nedeniyle evini terk eden bir kadın “On gündür çocuklarla birlikte aç susuz, evin iç tarafındaki banyoda duvarlara bakıyoruz” diyordu. Bağlar’da oturan bir esnaf ise “Vallahi sabahları evden ailemizle vedalaşarak çıkıyoruz” diyerek şu anki durumu özetliyor. Peki ya bu sokaklar sadece halka mı yasak sanıyorsunuz! Sûr’u yasaklayan devlet Diyarbakır sokaklarının hangisinde rahatça dolaşabiliyor? Devletin “güvenlik güçleri”, karşılıklı ateşkesin yaşandığı dönemde aileleriyle ile birlikte sokaklarda özgürce yürüyorken, hatta köy yoğurdu almak için Diyarbakır quçelerine (ara sokak) rastgele dalabiliyorken şimdi neredeyse ekmek almaya bile zırhlı araçlarla gidiyorlar. Devlet halkın yüreğine nefret tohumları ekerek bu sokakları asıl kendine yasaklıyor. Halkın banyoda, devletin de zırhlı araçlarda sıkıştığı Diyarbakır’da, halkla devlet arasındaki pamuk ipliğiyle bağlı ilişkiler de koptu kopuyor. Savaş, bu topraklarda yaşayan ya da bulunan herkese yaşamı zehir ediyor…
Evlatlarının mezarına sarılıp toprakla bir oldular
Öfke de çatışmalarla birlikte tırmanıyor. Sokaklarda 3 kişi bir araya gelse zırhlı araçlar geliyor, anons çekiyor sonra ilk kıvılcımla müdahale başlıyor ve çatışmalar bir anda şehre yayılıyor… 14 Aralık günü, Koşuyolu Parkı’nda halka gaz ve su sıkan polisler, bir de megafondan “o… çocukları” diye nefretle defalarca bağırıyordu. O nefret karşılık buldu, tansiyon yükseldi, barikatlar büyüdü, sonra özel harekat timleri geldi ve açılan ateş sonucunda iki gencecik insan yaşamını yitirdi, bazıları da yaralandı… Geçen gün defnedilen çocukların cenazesinde anneler, evlatlarının mezarına sarılıp toprakla bir oldular. Hiçbirimizin gücü yetmedi onları, avuçlarında sıktıkları topraktan ayırmaya…
Aynı gün Silvan yolunda yaşanan bir patlamada da üç polis daha yaşamını yitirdi. Annelerin yüreğinde evlat acısı büyüterek mi kurtulur bu devletin bekası? Şiddeti tırmandırarak hiçbir şeyi çözemeyeceğinizi göremiyor musunuz? Bunu defalarca denediniz, bu halkı yıldırmak, korkutmak istediniz ama hep direnişle karşılaştınız. Ne yapacaksınız daha? Her binanın tepesine bir tank, her evin kapısına bir polis mi dikeceksiniz? Gözünüzü karartıp yapsanız da bunu ne zamana kadar sürdürebileceksiniz?
Taş atan çocuklardan silah tutan çocuklar yaratan devlet
Endişeliyim! Ülkenin en büyük şehirlerinden birinde, şehrin merkezi hem de Unesco’nun dünya mirası olarak kabul ettiği Sûr içinde, tanklar gümbürdüyor, ağır silahlar ve bombalarla Amed’in tarihi, insanlarıyla birlikte ölüyor. Günlerdir devam eden bu duruma kayıtsız kalmak için gerçekten çıldırmış olmak gerekiyor. İçerideki sivillerin akıbeti, ölü ve yaralılarla ilgili hiçbir bilgiye ulaşamıyoruz. Devlet bütün gücüyle hendekleri aşmaya çalışıyor. İçeride sivillerle birlikte, savaşçılar da var. Evet, o gençlerin ellerinde silah var, bu doğru! Peki kimdir bu okul sıralarını terk edip silaha sarılan gençler? Açıklayayım; 90’lı yıllarda yaşanan savaşın gümbürtüsü içinde doğmuş ve çatışmaların bütün travmasını taşıyan o çocuklar büyüyüp birer “genç” oldular. Kamuoyu onları “taş atan çocuklar” olarak da bilir. Taş attıkları için 24 yıla mahkum edilen, cezaevlerinde, işkenceye, tecavüze uğrayan çocuklar… Yani devlet; yaşam hakkı elinden alınmış, iradesi yok sayılmış, babaları, kardeşleri faili meçhullerde kaybedilmiş bu gençlerin üzerine ordularla yürüyerek “taş atan çocukları” bu süreçte silah tutan gençlere dönüştürdü.
Barışa olan inancın tüketmesinden de endişeliyim. Çatışmalar şiddetlendikçe ara sokaklar, “em aşiti naxazin, şer şer şer” sloganlarıyla yürüyen gençlerle doluyor. Ölen arkadaşlarının acısı ve öfkesiyle kabaran bir sel gibi dolup taşıyorlar… Gözlerimin önünde alnını kurşun sıyıran 16-17 yaşlarındaki bir genç, bir yandan alnındaki kanı temizlerken bir yandan da etrafındakileri sakinleştiriyor, yani öfkesi acısına hakim geliyor… Sokaklara perdeler geriliyor, yeni hendekler kazılıyor…
‘Bu devlet bızden ne isti?’
Bütün bunlar yaşanırken bölge halkı da çatışmalardan her yönüyle etkileniyor. Şehrin üzerinde bir helikopter 24 saat boyunca dönerken, gün içinde defalarca savaş uçakları kalkıyor. Sokaklarda dolaşan Akrep, Kobra, Ural, Toma, Panzer ve Kirpiler (Sûr’da da tanklar var) şehrin trafiği içinde sürekli dolaşıyor. İstanbul’da sokakta gördüğümüzde “Bu ne ya!” deyip gerildiğimiz akrep tipi zırhlı araç ise bu saydıklarımın arasında en küçüğü ve bu devasa zırhlı araçlar Diyarbakır sokaklarında 24 saat sivil yerleşim yerlerini işgal ediyor. Polislerin çoğunun yüzü maskeli ve ellerinde otomatik silahlar var. Bu durumun çizdiği tablo bile bir savaş psikolojisi yaratırken buna bir de çatışmalar ekleniyor. Akşam hava karardıktan sonra da şehrin farklı mahallelerinden silah sesleri geliyor ve Sûr’da gün boyu çatışmalar yaşanıyor. Her patlamayla birlikte içerideki sivillerin yakınları, akrabalarının can güvenliğinden endişe ediyor. Karanlık çökünce bazen şehir içinde 10 dakikalık yürüme mesafelerine bile taksi kullanmak zorunda kalıyoruz. Sohbet açmak için “İşler nasıl?” diye sorduğum taksici “Huzurumuz yok abe, işi ne yapacağız. Her gün çatışma, her gün olay, bu zulüm yeter değil, yani Allah aşkına bu devlet bızden ne isti?” diye cevaplıyor. Ne söyleyeceğimi bilemediğim için de “İyi olacaktır elbet” diyorum sadece, acı bir tebessümle “Abe iyi olsa ne değişir, şimdiye kadar belki yüz tane arkadaşım öldü, etrafımızda insan kalmadı, bizim için iyi olsa ne olmış olmasa ne” diyor…
‘Biz bu hendeklerden bir şey anlamadıx’
Şehrin tarihi bölgesi olan ve şehir ekonomisinin ciddi bir bölümünü göğüsleyen Dağkapı’dan Sûr’a kadar olan bölge de, son yasakla beraber insansızlaştırıldı. Binlerce küçük işletmenin bulunduğu bu yer orta ve alt sınıf insanların iş yerlerinin bulunduğu bir bölge. Yasakla beraber on binlerce insan da işsiz kaldı. Bu insanların çoğu küçük işletmelerdeki yevmiyeciler yani birikimi olmayan insanlar. Bariyerlerin önünde bekleyen ve karşıdaki çalıştığı işyerine bakan adam “Bizim lokanta ordadır, odur kapalıdır. Biz de 10 kişi bir odanın içinde üst üste yatıyoruz, ne para var ne bişey” diyor. Halkın bir bölümü “Biz bu hendeklerden bir şey anlamadıx” diyerek tepki gösterse de herkes devletin savaş politikalarına karşı ortak tavır koyuyor. Bir de aniden çıkan olaylarda eline geçen her şeyle barikat yapan gençlere tepki var. Bu da savaş ortamının hızla politize ettiği insanlardan bütünüyle kontrollü hareket etmesinin beklenemeyeceğini gösteriyor. “Bu durumu mahallelerde kültür-sanat kursları ve örgütlülükle aşmaya çalışıyoruz” diyor bir partili.
Özyönetimin ilan edildiği Sûr, daha örgütlü ve kentin yoksul mahallelerini içine alıyor. Bu nedenle çatışmalardan en çok orta ve alt sınıf etkileniyor. Minibüs şoförü “Parası olan idare ediyor ama gündelik çalışanların hepsi şimdi açtır” sözleriyle tepkisini dile getiriyor. Konuştuğum bir belediye çalışanı ise tepkilere “Özyönetimin birçok ayağı uygulanamadan saldırılar gerçekleşti, yani halka özyönetimi anlatacak, yaşatacak fırsatımız olmadı. Hali hazırda kurduğumuz eğitim-kırtasiye, tekstil gibi birkaç kooperatif var, ekolojik tarım için çalışmalar başlamıştı, sağlık alanında çalışmaları meclislerde tartışıyorduk. Sûr’a kütüphane kurduk ama daha kitaplarını tamamlayamadan saldırılar gelişti. Bu saldırılara özsavunma ile karşılık verilince bütün çalışmalarımız ve çabamız hendeklermiş gibi bir imaj yaratıldı. Bu anlamda bazı insanların buna tepki göstermesi doğaldır, bunu anlıyoruz” sözleriyle duruma açıklık getiriyor.
Savaşın yarattığı koşullar binlerce insanı göçe zorluyor. Çatışma bölgelerinden ayrılanların bazıları akrabalarının yanında kalıyor. Sûr içinde çatışmaların olmadığı mahallelerin etrafı da bariyerlerle çevrilmiş. Burada yaşayan halk ise her gün evlerine, arama noktalarında kimlik göstererek ve üst aramasından geçerek gidebiliyorlar. Bugün gittiğim İskenderpaşa Mahallesi’nde Sûr’daki evlerinin yıkıldığını söyleyen bazı insanlar camilerde uyumak zorunda kaldığını anlatıyorlar. Yaşananlardan dolayı en büyük tepki ise Tayyip Erdoğan’a yönelik. Bölge halkı, yaşanan çatışmalardan, asker ve polis dahil bütün ölümlerden Erdoğan’ı sorumlu tutuyor.
Önce halk meclisi binasını yaktılar
Özyönetimler, halkın iradesinin yönetime doğrudan dahil olduğu, özgürlükçü yeni yaşamın inşa edildiği ve örgütlendiği pratikler olarak tanımlanıyor. Üstelik bu pratikler Ortadoğu ve Türkiye halklarına da birer örnek olarak sunuluyor. Sûr’da yaşayanlar, halk meclislerinde kendi gündemlerini belirleyip, tartışılıyorlardı. Çatışmalar başladığında ise devletin ilk işi Sûr’daki halk meclisi binasını yakmak oldu. Meclisin hemen yanındaki okulun 3. katının duvarında delik açıp keskin nişancılar yerleştirdi. Bununla da kalmayıp, meclis binasının ardından Sûr içinde kurulan meclis çadırını da yaktı. Burada açıkça halkın kurduğu meclisler hedef alındı.
Seçimlerden önce Yalçın Akdoğan’ın “HDP Meclis’te olmasa süper olur” sözleriyle de, HDP ile bir araya gelen halkların iradesini tanımadıklarını açıkça ifade ediyorlardı. Haziran ayından bu yana iki genel seçim yaşayan Türkiye, ikinci seçime tehdit ve savaş ortamında girdi. Son seçimde aldığı yüzde 49’luk oyla “Halk başkanlık istiyor” diyebilen Erdoğan, her fırsatta sandığın iradesine vurgu yapıyor. 1 Kasım seçimlerinde HDP; Sûr’da yüzde 76, Cizre’de yüzde 93.2, Nusaybin’de yüzde 89.4 ve Silopi’de yüzde 88.5 oranında oy aldı ve sandıktan çıkan bu irade de özyönetim istedi. Bu saydığım ilçeler bugün abluka altında ve sokaklarında tankların, topların gümbürdediği bölgelerdir. Yani devlet halkın iradesine karşı savaş açmıştır.
‘Devlet nedur, devlet bizik’
Şimdi bölgede bütün bunlar olurken herkes şapkasını önüne koyup tekrardan bir düşünsün.
Yaşadığımız son süreç, devletin tepesinde oturan iktidarların kendi çıkarıyla uyuşmuyorsa barış masasını bile kana bulayabileceklerini bizlere tekrardan gösterdi. Tarih, devletler için asıl olanın halklar değil kendi bekası olduğunun örnekleriyle doludur. Bunun sonucudur ki savaş, gün geçtikçe ağırlaşan bir bedelle derinleşiyor. Konuştuğumuz her insan “Artık yeter, barış istiyoruz” diyor ama bu isteğe olan inanç da patlayan her bombayla biraz daha tükeniyor. İşte tam da burada yani umudun tükenmek üzere olduğu anda bizlere düşen, halkların barış şiarını yükseltmektir. Bu halk otuz yıldır barış diyor, şimdi bu isteği koşulsuz ve samimiyetle cevaplamanın zamanıdır. Devletin her türlü şiddetine maruz kalan bu insanlara, Yeşil Yol’da direnen Havva Ana gibi “Devlet nedur, devlet bizik” deme zamanıdır. Bizlerin örgütleyeceği ve asıl ihtiyacımız olan halkların barışıdır. Savaş sürecinde geçen her dakika bir can demektir yani hemen, şimdi bu ateşe su dökmek için harekete geçme zamanıdır.
Dostlarım, Kürt halkı üşüyor ama kış ayazı değil bu soğuk, yalnızlık duygusudur… Bu üşüme Kobanê için gönderilen battaniyelerle giderilecek gibi de değildir. Bu ülkenin her yerinden barışa, dostluğa inanan insanlar “Kardeşim ben Türk’üm, ben Laz’ım, Rum’um, Ermeni’yim… Anadolu’yum ben ve seni sarmaya, seninle barışmaya geldim” demelidir. Yıkılan evlerine misafir olup, ekmeğini bölüşmelidir. Şimdi, barışa inanan herkes savaşı durdurabilmenin yani bir ananın daha yüreği yanmadan bu ateşi söndürebilmenin heyecanı içinde olmalıdır.
Bu satırları yazarken, silah ve bomba sesleri iki mahalle ötemde susmadan uğuldadı ve devam ediyor… Evladı çatışmaların içinde olan bütün analar için Ahmed Arif’le bitiriyorum.
Umutla, barışla kalın…
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?
17 Aralık 2015, Amed (Diyarbakır)
Fotoğraflar: Murat Bay-Sendika.Org